Friday, December 31, 2010

2011 tatli gelse...



2011'de dunyada her turlu ayrimcilik, irkcilik, milliyetcilik, dincilik yerini hosgoruye biraksa, bizim gibi dusunmeyenlerin var olma hakkini kendimiz, ictenlikle savunabilsek...

Gunler hep gunesli, agaclar yemyesil olsa...

Yeni beton binalar yerine cumbali evler dikilse...

Cocuklarin derdi yiyemedikleri sekerler, izleyemedikleri cizgi filmler olsa, aclikla, sogukla, siddetle hic karsilasmasalar...

Daha cok roman okusak, istedigimiz her DVD'yi izleyebilsek, her muzik albumunu alabilsek...

Kafamizi gercekten bosaltabilecegimiz, baska baska yasamlar kesfedebilecegimiz tatiller yapsak...

Mizah duygumuz artsa, daha cok karikatur okusak...

Ailemizle daha cok zaman gecirip, arkadaslarla daha cok kahkaha atsak...

Yeni yilin ilk dakikalarinda piyango biletlerimiz bizi sevindirse!!!





Bu dileklerden kaci gerceklesir acaba?..

Friday, November 26, 2010

Prensesin Uykusu


Dün akşam izledim.


Bekliyordum, filmin umut dolu olduğunu, salondan güzel duygularla çıkacağımı biliyordum. Neyse ki okuduğum yazılarda öyküyle ilgili çok bir detay yoktu. Bu yüzden burada da hikayeden bahsedecek değilim.


Aklıma takılan onca detay var ki... Yönetmenin gözümüze sokmadan gösterdiği şehir-uydu kent uzaklığı mesela. Saniyelerle kısıtlı bir zamanda bir otobüs dolusu insanın mutsuzluğuna şahit olmak, çok incelikli bir anlatım gerektirir. Sevgili Çağan bunu fazlasıyla başarmış.


Bu kadar fantastik ögenin bir arada kullanıldığı bir filmin asla abartıya kaçmaması gerçekten takdire şayan...


Oyuncuların hepsi birbirinden harika... Ama oyuncuların reel kimliklerini bir yana bırakalım, hikayedeki her karakter ayrı bir dünya. Tüm bu karakterler için sayfalarca yazı yazılabilir. Benim yazımın amacı bu değil elbette (onu üniversitelerinde tez yazmakla sorumlu öğrencilere bırakalım). Yine de Genco Erkal ismini telaffuz etmemek olmaz. Genco Erkal'ın, evinde ilk gördüğümüz sahnedeki oyunu bana Babam ve Oğlum'daki Çetin Tekindor'un unutulmaz sahnesini anımsattı. Çağan Irmak bu oyunculara hayatlarının rollerini (sinemadaki) biçerek önemli bir saygı duruşunda bulunuyor. "Bakın ey gençlik, siz bu tiyatrocuları sadece dizilerden tanırsınız ama ben sizinle paylaşmaktan çekinmiyorum: Tanrının bu insanları yaratma misyonuna şahitlik edeceksiniz!" diyor bizlere...


Bir başka saygı duruşu da eski rejisörün fotoğrafında gösterdiği, yıllar sonra iyi bir yönetmen olduğunu söylediği asistanının Zeki Demirkubuz olması. O sahneyi Tarantino çekseydi muhtemelen kendi resmini koyardı. Ama Çağan Irmak burda da olgun yönetmenlere yakışır bir jest yapıyor. Ki ben Demirkubuz sinemasının en çok 90'lı yıllarını severim (bkz. Masumiyet), yine de Çağan'ı alkışlıyorum...


Benim asıl aklımı başımdan alan Çağan Irmak'ın yazarlığı. Aynı okuldan mezunuz Irmak'la, bununla gurur duymamak ya da kendimi eksik hissetmemek mümkün değil :) Oyuncu yönetimini, görsel zenginliğini, filmin animasyon sahnelerinin nasıl harikulade planlandığını bir kenara bırakalım. Çağan ayakları yere basan, akıllı, yetenekli bir senarist olarak karşımıza çıkıyor. Kaderle ilgili diyalogları, Aziz'in ağzından çok doğal bir şekilde akıp giden beylik lafları yakalamaya çalıştım ama hafızama kazımak mümkün olmadı. Bu yüzden filmin DVD'sini almak farz oldu. Keşke filmin senaryosu kitap olarak basılsa, uzun uzun okusam diyorum. Çağan her ne kadar yönetmen olsa ve derdini görüntüyle anlatsa da ben okumak istiyorum filmi... Ve filmin edebi lezzeti için Çağan Irmak'ı kutluyorum.


Evet, artık karşımızda Almadovar'a benzer bir Türk yönetmen var. Hoş Almadovar'ın gençlik filmleri çok bilinmez ve Annem Hakkında Her Şey'le başlayan olgunluk filmleri tanınır (benimse en sevdiğim Almadovar filmlerinden biri Kika'dır :) ). Oysa Çağan Irmak çok da engebelere dalmadan kendi yolunu çizmiş ve sinemasını oluşturmuş bir yönetmen olarak rüştünü çoktan ispatladı.


Dün akşam düşündüm. İyi ki Çağan Irmak ve Ferzan Özpetek var. En az Almadovar kadar heyecan verici iki hikaye anlatıcısı...


İster istemez bu filmi Necla'yla ve Xavier'le izlemenin hayalini kurdum... Ancak İngilizce altyazılı DVD'si çıkınca sevgilimle izleyebileceğiz. Beklemeye değer!

Thursday, November 25, 2010

nerelerdeydim?

Sevgili Günlük,

Yine tembelleştim, yine ihmal ettim seni. Koca yıl geçti.

Çok zamansızdım, çok yorgundum. Şimdi biraz yavaşladı hayat. Ama artık sürekli yazma isteği yok içimde, bugünlerde... Memleketin hali aynı, endişeler aynı, yazacak yeni ne var değil mi...

Yine de söz sana! Kendimi de bu online günce tutma fırsatını veren seni de ihmal etmeyeceğim. Hala filmler izliyorum, hala yeni yerler görüp yeni yemekler deniyorum. İşte bunları paylaşacağım seninle. Yine eski günlerdeki gibi olacağız. Keşfettiklerimi birlikte not alacağız...

Hadi başlayalım!

Bu pazar günü İstanbul'a Sadakat gezisine katılıp Fener ve Balat'ı gezeceğim. Fotoğrafları çekip burda sana da gösteririm hem. Sonra ne çok çocukluk anım var oralarda... Eminim iştahla dinleyeceksin beni!

Bir de bu akşam sinemaya gidiyorum, Prensesin Uykusu'nu izleyeceğim. Eminim ondan da bahsetmeli sana.

Şimdilik kal sağlıcakla. Bekle, az bekle...

Wednesday, April 21, 2010

Bir kadın ne yapabilir ki?

Yoğunum. Vücudum meşgul, oradan oraya koşuyor. Yazamıyorum. Kafam yoğun. Sürekli ustayı, çatıcıyı, en şık ve ucuz fayansı, küveti bulmanın derdinde aklım... Bir sonraki aşama da mobilya, beyaz eşya... Dağıldım kaldım. Aslında şikayet edecek ıvır zıvır bir sürü şey var. Arabesk bir tonda "isyanlardayım" yani. Bütün bu işler bitip de nihayet evimize taşındığımızda yabancı bir kocaya sahip olmak ve tüm bu ev sürecinde üstlenebileceğiniz sorumluluklar üstüne kitap yazmak gibi bir fikrim de vardı :) Ama bu, aşk, fedakarlık, çaba içeren bir yazı olacak!!!

6 ayı geçiyor... Bir hayat düşünün, yıllar sonra şehrinize dönmüş, iş hayatına bodoslama dalmışsınız. Ama ofis saatleri dışında zamanınız sadece ev aramayla geçiyor. Onca emlakçı, yorgunluk, erkenden başlayan hafta sonları... Evi bulduk diyelim. Ya ödeme, borç, kredi gibi asla öğreneceğime ihtimal vermediğim finansal detaylar?

Hani bir fatura dahi yatıramayan bir kadın tipi vardır, Türkiye'de çokça görürsünüz. Nasıl olmuşsa önce babadan sonra kocadan ve oğullardan gelen destekle hayata karşı şımartılmıştır bu kadınlar. İşte onlardan olmak isterdim. Yok artık, demeyin, cidden isterdim. Tabii daha gençken sorsalar muhtemelen kendi kendine yeten güçlü bir kadın olmayı hayal ederdim. Ama bu aralar fena bir özenti içindeyim o kadınlara...

Hayat öyle bir şeymiş ki meğer, cidden altından kalkılamayacak şey yokmuş. He belki de dağına göre kar meselesi, bu konuda kararsızım. Yani aslında kendini "finans özürlü" olarak tanımlayan, mali konularda ablasıyla konnuşmadan işin içinden çıkamayan ben, bankalar, faizler, krediler konusunu birkaç günde sökmüşüm... Tabii sosyal yeteneklerim ve organizasyon gücüm fena değildi hiçbir zaman. Organizasyon demişken düğünümüzü de ben organize etmiştim!!! Neyse, iletişim becerilerinden bahsedecek olursak 4 ay boyunca ziyaret ettiğimiz 60 civarı ev, bir sürü iletişim gerektirdi. Nihayet evimizi bulduk. Hatta bankacılar, faiz oranları, dosya masrafları derken krediyi bile hallettik(m). Bitmiyor, bitmez... Tapusu var, vergisi var, işlemleri var... Oldu. Yine bitmedi. tadilat var. Sorun bana, ısı izolasyonu için hangi markanın ne renkteki malzemesini kullanmalı... 2 cm yeterli mesela evin içinden olunca. Sonra tesisat kuralları, pis su giderleri, laminat fiyatına gerçek ağaçtan nasıl yer döşemesi yapılabileceği... (çıtalar çok uzunsa aman yapıştırma yapmayın, mutlaka ızgara gerekir alttan ki üstüne çakma olsun, yoksa birkaç yıl sonra tahtalar kıvrılmaya başlar maazallah) Sorun bana anlatayım. Dedim ya kitap bile yazabilirim süreç sonunda!

Ama en zoru usta bulmak, derdinizi anlatmak, pazarlık etmek. Çünkü tam da bu aşamada hayallerini kurduğunuz, sonunda istediğiniz gibi olacağını umut ettiğiniz için tüm bunlara katlandığınız o ev, bambaşka bir şey olabilir! Yine de bu aşamanın sonuna geliyor olmak heyecan verici...

Peki biter mi? Birmez... Faturaları kim açtıracak? Nesli. Yarın öbür gün eve beyaz eşyalar gelse, ustalar bağlasa kim orada olmak zorunda? Tabii ki Nesli. Bankaya talimat verilecek. Kim? Evet, bu sefer de Zaviyer Bey değil (bankacımızın Xavier'in ismini telaffuz ediş şekli. Diyalogları bir merhabadan öte gidemediği için her şeyi Nesli çözmek zorunda) He bu arada sevgilim ne yapıyor? Elinde kataloglar, beyaz eşya ve mobilya bakınıyor. Siz olsanız, buna özenmez misiniz? :)

Mutsuz muyum? Hiç de değil! Hayat, her şekilde bir koşturmaca. Bu olmasa başka bir şey olur bunu biliyorum. Hem dillinizi konuşamayan bir partneriniz varsa ve bu ülkede yaşıyorsanız, böyle olmak zorunda, bunu da billiyordum daha en başta... Sadece şaşırıyorum bazen, ben "bu kadar" olduğumu bilmezdim şahsen. He bir de "elinin hamuruyla..." diye başlayan cümleler var ya, işte en çok onlar beni deli ediyor bu ara. Kadın olduğu için bilmem neyi halledemez, diyen erkekler...

Xaviercim arada "sorry" diyor bana, elinden bir şey gelmediği için üzülüyor... Ve bazen durup dururken teşekkür ediyor, bu sorumlulukları üstlendiğim için. Yani kıymet billiyor, en azından. Bu yüzden mutsuz değilim. Ama yorgunum. Çok yorgunum. İstanbul'a dönüp de bu kadar asosyal bir hayat düşlememiştim. Kimseyi görecek vaktim yok. Neyse ki Film Festivali'nde 3 film seyrettim, yoksa her şey daha zor olurdu :)

Şimdi yarın gece yollara düşmenin hayali aklımı başımdan alıyor. 3 gün Ayvalık'tayız. Sadece Xavier, ben, deniz, zeytinyağı... Taş Kahve, deniz börülcesi, papalina... Xavier ilk kez Ege'yle tanışacak. Ben Cunda'ya tekrar aşık olacağım.

Hayat güzel... değil mi? ; )

Sunday, January 03, 2010

ben 2009'u çok sevdim...

Yılın son günleri düşündüm yine... Son birkaç yıldır pek yapmamıştım ya bu sene yeniden geçmiş yılın bilançosunu çıkarmak istedim. Düşündüm ve gördüm, hastalıklara ve kayıplara rağmen dolu dolu geçmiş 2009… Hem bir sürü seyahat hem hayatimizi değiştiren kararlar, planlar… Buyurun birlikte gözden geçirelim.

OCAK 2009: Yılbaşında ilk defa Londra’dayız, Xavier’in yakın arkadaşlarını ağırlamışım, çok eğlenip gülmüşüz…

SUBAT 2009: İstanbul’a birkaç günlüğüne gelmiş ve düğünümüz için Vilayetler Evi’ni tutup nihayet tarih belirlemişiz… Süper heyecanlı bir duyguydu, çok iyi hatırlıyorum!!

MART 2009: 2 haftalık Hindistan ve Tayland tatili. Hindistan’daki safarilerde filin üstüne çıkarak çok yakından gördüğümüz kaplanları ve Tayland’daki dalışlarda hayranlıkla seyrettiğim sualtını asla unutmayacağım! Xavier’le üçüncü yılımızı kutladığımız sahili de… :)










NISAN 2009: Charles ve Pascale’in düğünü için Brüksel’deyiz. Hayatımda en çok eğlendiğim düğünlerden biri!!!


MAYIS 2009: Önce kuzen Şebnem’in düğünü, sadece hafta sonu için İstanbul’dayız. Benim için de bulunmaz fırsat, çıkıp birkaç mağaza geziyor, gelinliğimi buluyor ve alıyorum. Gelinlik için 6 ay harcayanları hiç anlayamıyorum…


Sonra da sevgili dostlarımız Camille ve
Bruno’nun Saint Raphael’deki (Nice yakınları, Fransa) düğünü. Adrien, James,
Yogesh ve Beejal ile birlikte harika bir yol
macerası yaşıyoruz…

HAZIRAN 2009: İstanbul’daki düğünümüz nihayet gerçekleşiyor. Bir düğüne ya da gelinlik giymeye dair hiç hayalleri olmayan ben inanılmaz bir şekilde kendimi prenses gibi hissediyorum!! Londra’dan, Fransa’dan, Brüksel’den, New York’tan misafirlerimiz var. Xavier’in ailesi, arkadaşları ve Neclam… 3 buçuk yıl sonra ilk defa gördüğüm Necla hamile, benimle düğünümde, hep yanımda...
Ayrıca düğün sonrası 10 kişi balayına gidiyoruz :) Ablam, Necla ve yabancı arkadaşlarımızla Marmaris’te harika bir tatil…

Bu arada Xavier’in İstanbul’daki ilk iş görüşmesi gerçekleşiyor.

TEMMUZ 2009: Geçen sene Fransa’da kıyılan nikahımızın üstünden 1 yıl geçti bile! Xavier ilk yıldönümümüz için sürpriz yapıyor ve hafta sonu için beni çok merak ettiğim Barselona’ya oturuyor.

Kafamız karışık biraz ama Xavier’in iş durumunu değerlendirip nihayet karar veriyoruz: İstanbul’a simdi yerleşmek iyi bir fırsat olabilir.

AGUSTOS 2009: Xavier’in doğum günüm için hediye olarak taa Nisan ayında aldığı biletlerle Lizbon’a gidiyoruz. 4 gün geçirdiğimiz bu güzel şehri, vişne likörünü, tramvayı ve insanları çok seviyoruz…

İstanbul’a taşınmamızın ilk kısmını gerçekleştiriyor, eşyalarımızın yarısını getiriyoruz.

EYLUL 2009: Ablam ve Emoş Ramazan bayramı tatilinde Londra’ya geliyor. Bol bol geziyoruz, günübirlik Oxford’a gidiyor hatta Harry Potter’in çekildiği bir mekanı ziyaret ediyoruz, fotoğraf çekiyoruz, benim arkadaşlarımla buluşup restoranlara gidiyor, harika yemekler yiyoruz. Ablamların varlığıyla benim için de çok güzel bir veda turu oluyor Londra’da…

Ardından Björn’ün düğünü için Brüksel’deyiz.

EKIM 2009: İstanbul’a taşınıyoruz! Londra’yı toparlamak, arkadaşlarla geçen son gece, evimiz, onca anımız… Yine de umutlu bir geliş bu! Ben ne kadar ‘çaktırmasam’ da içten içe tedirginim, iş bulamamaktan çok korkuyorum ama mucize bir şekilde geldikten sonraki ikinci haftamda ise başlıyorum. Yeniden yazıyorum. Mutluyum. Sürekli şükrediyorum.

Ve Çiğdem’in düğünü…

KASIM 2009: Hem yeğenim Kerem hem de Neclam’ın bebeği Ömer Deniz dünyaya geliyorlar. Nasıl bir umut, nasıl bir sevinç… Yaşama anlam veren şeyleri yeniden keşfetmeye başlıyorum, günlerce havalara uçuyorum ve bir o kadar da içim burkuluyor Ömer Deniz’e olan uzaklığımı düşündükçe… Kerem ise hayatıma çok başka bir şey getiriyor, şimdiden…

ARALIK 2009: İlk haftadan itibaren Noel telaşı başlıyor, alışveriş, koşturmaca… Fransa’ya, MasalEv’e gidip bütün aile harika bir Noel geçiriyoruz. Dünyanın en güzel foie gras’ini ve tiramisusunu yiyorum- kayınvalidem harika bir insan!! Şaraplar içiyor, şömine başında saatler geçiriyor, Noel süsleriyle dolu evi hayran hayran izliyorum. Benim için Aralık ayının artık bu olduğunu anlıyorum…