Monday, March 09, 2015

Açık Kapı


Tam iki dakika önce yaz sıcağını terli ensesinde hissetmiş, küçücük bir esintinin hayalini kurmuştu. Şimdi araftaydı, uykunun sakinleştirici kollarını kucaklamak üzereydi ama bir ayağı da burada, sıcağın duvarlarına hapsolduğu uyanık dünyadaydı. Tam öte yana geçecekken bir tıkırtı duydu, yarı kapalı gözlerini dikkatle açtı. Dinledi. Rüzgâr olabilir miydi, balkon kapısından içeri yanlışlıkla giren bir kuş, herhangi bir şey… “Bu saatte?..” diye düşünüp çürüttü kendi fikrini. Basbayağı bir ses duyuyordu. Dengeli, yavaş ama durmayan adımların tıkırtısını...

Yanında yatan kocasını dinledi. Horlamasa da nefes alış verişleri duyuluyordu, belli ki derin bir uykudaydı. Ne şans! Eğer oturma odalarında bir yabancı hatta bir hırsız varsa hemen şu an uyuyabilmeyi nasıl da isterdi! Küçük bir hareketle dürttü onu. Andy, muhtemelen horladığı için dürtüldüğünü düşünerek yanına dönüp pozisyonunu değiştirdi. Salondan gelen sesler devam ediyor ama Andy uyanmıyordu. Yavaşça arkasından uzanarak Andy’nin ağzını kapattı. Tıpkı o bilindik filmlerde adamların kadınlara saldırırken ağızlarını tutup sessiz olmalarını işaret ettikleri gibi. Ancak Andy’nin yüzünü göremediği için belli belirsiz kulağına fısıldadı “Be quiet. There is someone in our living room.Shashhh…” ve yavaş bir hareketle bıraktı kocasını. Andy telaşla arkasını dönüp karısına baktı. Oturma odasından koridora uzanan sokak ışıkları yatak odasına grimsi bir aydınlık katıyordu. Bu ışıkta Andy’nin yüzündeki acı ifade çok net görülüyordu. Artık tamamen uyku dünyasından kopmuş, bu odaya uyanık dönmüştü…

Muhtemelen bir dakikayı geçmeyecek bir zaman diliminde telaşla, korkuyla ve çaresizce baktılar birbirlerine. Gözleriyle ve mimikleriyle anlaştıkları üzere uyuyormuş numarası yapacaklardı. Hırsız ne alırsa alsın ve gitsin diye düşündüler, tek istedikleri şu an yan odada acemi gürültüler yapan o adamla karşılaşmamaktı. Andy asla belli etmemeye çalışsa da düşünmeden edemiyordu, bu Türkler hırsızlardan konuşurken uyutucu spreylerden bahsediyorlardı hep. Ya hırsız bir sprey gazla ikisini de uyutur ve o halde karısına saldırırsa diye daha da çok korktu.

Dakikalar geçiyor, hırsızın cilalı parkeler üzerinde çıkardığı sesler ağır aksak devam ediyordu. Bu küçücük evde, neden bu adam bir an önce işini halledip de gitmiyordu sanki? Yatak odasından sadece beş metre uzakta kesik kesik sesler duyuluyor, ardından ev yine sessizleşiyordu.

Aslı yavaş yavaş doğruldu yatağın içinde. Polisi aramak için bir yol düşündü. Keşke annesini dinleyip de cep telefonlarını yatak odasının dışına terk etmeseydi. Al işte, diye düşündü, radyasyondan kurtulalım derken hırsıza yakalandık! İki cep telefonu ve telsiz ev telefonu, hepsi de oturma odasındaydı.

Aslı sabah ezanını düşündü. Öyle ya, ezan vakti yakınsa birazdan gün aydınlanacaktı, hırsız da panikleyip kaçardı her halde. Saatine bakmayı nihayet akıl etti, 03.15. Sabah ezanına 1-2 saat olmalı daha, offf!.. diye geçirdi aklından. Andy de saate baktı ama yüzü son derece şaşkın ve ifadesizdi. Bir yandan da düşünüyordu neden balkon kapısı açıktı, elbette bu sıcak gecelere dayanmanın başka bir yolu yoktu ama önceki yaz kapılar kapalı uyumuyorlar mıydı? Ah inat etmeseydi, “Doğa düşmanı değilim, ben evime klima sokmam, enerjiyi sokağa atmam!” diye tutturmasaydı, bu sıcak gecelerde kapılar kapalı uyuyabilirlerdi…

Aslı’nın yavaş hareketlerle ayağa kalktığını gören Andy bağırmak istiyordu ama ses çıkaramıyordu. Bu kadın delirdi, diye düşündü. Aslı el kol hareketleriyle sesleneceğini anlattı, içerde neler oluyor, kim var görmek istiyordu. Hani pazar sabahı kahvaltı masasındayken kapı çalar da açmadan önce şöyle bir üstüne bakar ya kadınlar, Aslı da kendini gözden geçirdi, “İyi ki gecelik değil pijama giymişim.” diye düşünüp rahatladı.
Aslı “Kim var orda?” diye seslendiğinde Andy’nin kıpkırmızı yüzü çatlayacak gibi oldu. Bu kadın gerçekten deliydi! Bir an sessizlik oldu, cevap gelmedi. Andy kalkıp yanına gelirken Aslı bir daha seslendi:

-Kim var orda?

İçerden bir ses yükseldi:

-Sadece birkaç şey alıp gideceğim!

Aslı çaresiz, utangaç biraz da sabırsızca seslendi yan odaya:

-E alın da gidin o zaman. Lütfen…

İçerdeki ses, düşünceler âleminden zorlukla çıkmış gibiydi. Sakin ama gözü pek birinin tok sesiydi.

-Bakınıyorum, birazdan çıkarım.

Aslı kocasını dürttü, “Say something!” diye fısıldadı. Adamın onun tek başına bir kadın olduğunu düşünmesinden çekindi. Andy yarım yamalak Türkçesiyle seslendi:

-Çantada para yok mu?

Aslı gülmemek için kendini zor tuttu. Yan odadaki hırsızla odadan odaya konuşuyorlardı, üstelik bu dili konuşurken telaşlanan Andy’nin sesi her zamankinden daha cılız çıkıyordu.
Duyduğu aksan karşısında şaşıran hırsız, kitaplıkta duran fotoğraflardaki sarışın adamla tanışmış oldu böylece.

-Burada, masanın üstündeki kadın çantasında bir cüzdan var. Sadece bozuk para gördüm.
Aslı market alışverişinde üstünde nakit kalmadığını fark etmiş gibi oldu birden, hatta mahcup hissetti.

-Şey… Pek nakit taşımıyoruz biz ama banka kartlarım var, hemen bir ATM bulabiliriz, olan bütün parayı veririm. Ya da kartı ve şifresini vereyim köşeden siz çekin parayı.

Andy’le göz göze geldiler. Elbette ki bu konuşulanları anlıyordu. Çok saçma olmasına rağmen bir an düşündü, hırsıza yanlış şifre verip ondan kurtulabilirlerdi. Gerçekçi gelmedi bu, adamın o kadar aptal olması için dua edebilirdi.

-Bankaymış. Tövbe tövbe… Elektroniklere bakıyorum da… Bu siyah telefon sizin mi?

-Eşimin ama alsanız da işinize yaramaz. Kendisi yabancı olduğu için yurt dışından gelen bu telefonu pasaportuna kaydettirdik, başka sim kartla çalışmaz.

-Peki bu kırmızı telefon? Bunu mu kullanıyorsunuz siz?

-Farkındayım çok eski, ben de yenisini alacaktım… Şöyle aplikasyon indirebileceğim bir telefon ben de istiyorum elbette.

-Yani kusura bakmayın da benim çocuğum bile kullanmaz bunu.

-Ben daha önce tam 4 telefon çaldırdım bu yüzden de pahalı bir şey alamıyorum!

Bunu dediği anda Aslı birden adamın orada bulunma sebebini hatırladı. Bugüne kadar kimse evine, bu kadar yakınına gelmeye cesaret edememişti ama defalarca çantasını çaldırdıktan sonra her seferinde ne kadar öfkelendiğini anımsadı. O hiddetle nihayet yürümeye başladı ve oturma odasına, adamın karşısına geldi.

-Ne alacaksanız alıp gider misiniz artık?

Peşinden gelen Andy yaşadıklarının gerçek olduğuna inanamıyordu. Her halde bir rüyanın içindeydiler. Aslı’yı nasıl kontrol edeceğini bilemedi, adamın yanında İngilizce konuşmaya da korkuyordu. Ya silahı varsa, ya şu Allah’ın cezası sprey…

-Televizyonunuz güzel ama çok büyük, taşıyamam.

Birden Andy’nin cılız sesi yükseldi, artık hırsızın gözlerine bakıyordu:

-Daha yeni bir sürü film aldık, Bluray, bunlar çok değerli…

Birden Aslı’nın bakışını fark etti ve saçmaladığını anladı. Aynı anda başka bir fikirle gölgelendi aklı, ya hırsız Bluray oynatıcının farkına varıp onu götürürse… Kaç ay beklemişlerdi onu almak için…

Orta boylu, esmer yüzlü adam yavaş bir hareketle kapının yanındaki anahtara dokunarak ışığı açtı. Sokak lambasının içeri süzülen ışığı, yerini gerçekliğe bıraktı. Adamın elinde silah ya da bıçak yoktu ama üstündeki ince ceketin cepleri şişkindi. Üçü de temkinli bakışlarla, soğukkanlı bir şekilde birbirini süzmeye başladı. Tavşan desenli, kısa paçalı pijamaları içindeki kadın çok da endişeli görünmüyordu. Otuz beş yaşlarında olmalıydı. Polisi aramak için telefona saldırmadı. Evin giriş kapısına yaklaşmaya da çalışmadı. Siyah, dalgalı saçları vardı. Yanındaki uzun boylu genç adam kesinlikle hırsızdan daha atletikti. Boyuna göre inceydi ince ama sağlam bir görüntüsü vardı. Yavaş adımlarla televizyona doğru yürüyen orta boylu adam ise hiç de zayıf değildi. Yine de çevik olmalı diye düşündü Andy, yoksa nasıl balkona ulaşıp buraya girebilirdi… Aslı ise adamın yüz hatlarını inceliyor, onun çok da kötü biri gibi görünmediğine inanmak istiyordu.

Sessizliği bozan hırsız oldu:

-Takılarınız nerede?

-Yatak odamda aynanın önünde bir şeyler var ama çok değerli değiller. İsterseniz getireyim.

Aslı gerçekten de bir avuç takıyı getirdi. Arada gümüş olduğu belli, hafif kararmış birkaç küpe vardı.

-Yani aslında biz bütün takıları bu evi almak için harcadık. Bakın şunlar da gümüş zaten, bu da gümüş bir yüzük bilmem işinize yarar mı?

Bu son gösterdiği beyaz altın yüzük, tanınmış bir tasarımcı işiydi ve Andy’nin düğün hediyesiydi. Arkadaşlarının o güne kadar “Aaa, gümüş değil mi o?” diye dalga geçtiği yüzüğünü kaptırmaya hiç niyeti yoktu. Zaten değerli tek takısıydı. Andy ise bu durumdayken Aslı’nın o yüzüğü korumasına, böyle doğal bir şekilde yalan söylemesine inanamıyordu.

Hırsız pek ilgili görünmüyordu. Burada ne işim var diyen bir ifade almıştı yüzü.

-Ama bakın bu bileklik beyaz altındır, bakın kenarında ayarı da yazıyor. Taşı da pırlanta.
Birden yüzü aydınlandı hırsızın. Nihayet çıkıp gidebilirdi bu evden. Hırsızın düşündüğünün aksine, taşı değerli bir şey değildi ama gerçekten altındı. Neyse ki bu bilekliğin takımı olan kolyeyi yatağının köşesine sıkıştırmıştı Aslı.

Andy her zamanki gibi geri plandaydı, konuşmak istediklerini de anlatamazdı zaten. Koltuğa oturmak istedi ama hala yanlış bir şey yapmaktan korkuyordu.

Hırsız yüzükle ilgilenmedi, bilekliği cebine koyarken son bir kez şansını denedi:

-Yani size hiç takı makı takmadı mı ailesi?

Son sözü söylerken gözlerini Andy’e dikmişti.

-Eşim yabancı olduğu için… Onlarda bizimki gibi adetler yok.

Aslı samimi davranmaya çalıştı. Yüzüğü korumaya kararlıydı.

-Nakit para yok, takı desen bir bu… Telefonu da pasaportuna kayıtlıymış. Alsam ne olur, ben bunu kırdırmasını bilirim de vifi’si bile yoktur bunun, kim ne yapsın…

İlk defa ciddi ve uzun cümleler kurmuştu hırsız. Kabalaşmaya başlıyordu. Aslı ürperdi bir anda. Sabahın ilerleyen saatlerinin yorgunluğu, oturma odasına çökmüştü. Andy, ne versek de bu adamı göndersek diye düşünüyordu.

Kısa bir sessizliğin ardından hırsız Aslı’nın yüzüne bakarak Andy’i işaret etti:

-Af edersiniz de Türklerin suyu mu çıktı da bununla…

Aslı daha önce defalarca başına gelmiş durumların refleksiyle:

-Siz ne diyorsunuz?

Durumu anlayan ve Aslı’nın öfkesini çok iyi tanıyan Andy başlarına geleceklerden tedirgindi. Her zamanki gibi sakin ve medeni bir şekilde konuşmak ve evlerinin ortasında duran bu adamdan kurtulmak istiyordu. Bir de şu deyim… Su mu dedi adam, Türklerin suyu mu… Ne demek istemişti?

-Sünnetli mi şimdi bu? Değildir…

Aslı neredeyse tırnaklarını çıkarmış bir anne kedi gibiydi. Ama bunu fark etmeyen adam konuşmasını sürdürdü.

-Bizim mahallede biri gâvurla evlenmişti.

-Gâvur mu?

-Yani yabancı, kusura bakma abla…

-Abla?!.

-İşte o kız yabancıyla evlenince caminin imamı söyledi. Aslında Müslüman erkek yabancı kadın aldığında kadın Müslüman oluyor ya, evlilik de kabul oluyormuş. Ama erkek yabancıysa, yani af edersin, nikâh sayılmazmış.

Andy burada “yabancı” dışındaki sözcükleri pek anlamadı. Ama Müslüman sözcüğü geçtikçe Aslı’nın bir anne kediye dönüştüğünü gördü.

Sizli bizli konuşmalardan tekil kişiye nasıl geçtiklerini anlamayan Aslı, adamın gözlerine delici bir bakış attı.

-Camiye gidiyorsun yani?

-Bazen…

-İmam hiç “çalmayın” demiyor mu? Benim kocam bana haram da benden aldığın şu altın mı helal be adam?

Sesi iyice yükselen Aslı çok ince bir çizgiye eşit uzaklıkta sınırlara gidip geldiğinin farkına vardı. Andy’nin yüzüne bakmamaya çalışıyordu çünkü şu an onun gücünü kırabilecek tek şey, bir yavru kedi şaşkınlığıydı. Ama ya hırçınlığıyla hemen şimdi bu adamı gönderecekti ya da hırsız onların canını yakacaktı. Aslı hızını düşürmemeye karar verdi. Son viraja dayanmıştı.

-Adam, sen benim ne çektiğimi biliyor musun bu milletten? Yok kocam mıymış, yok nasıl olurmuş, ailem ne demişmiş, sana ne adam? Nereye gitsem zaten turist fiyatı, herkes bizde para var sanır, kocam yabancı ya, oh herkes dolandırsın bizi. Al sen gördün, çok mu param var, mücevher mi var bu evde? Bak artık canıma tak etti, yıllardır çektiğim her şeyin acısını senden çıkarırım. Şimdi öyle bir çığlık atarım ki bütün apartman ayağa kalkar, yok bizi vurur musun boğazımızı mı kesersin, ne yaparsan yap. Ama ben o çığlığı attıktan sonra sen bu apartmandan çıkamazsın!

Aslı daha lafını bitirmeden hırsız mahcup bir ifadeyle zoraki gülümsemeye çalıştı. Bir yandan da geri geri yürüyordu. Andy’nin kanı donmuştu ama adam gidiyordu işte. Hırsız ceketinin cebinde sadece bir bileklikle hızlı hızlı merdivenleri inerken Aslı’nın nefesi kesilmişti. Kalbinin nasıl attığına inanamıyordu, yavaş adımlarla mutfağa gidip yarım bardak su içti. Yarım bardak da Andy’e uzatırken soğukkanlı görünmeye çalıştı. Dizlerinin titrediğini ona hissettirmedi. Bütün enerjisi çekilmişti ama Andy’nin eleştirilerine, ya şunu yapsaydı, ya bu olsaydı… serzenişlerine dayanamayacaktı. Andy suyunu içerken Aslı normal bir sohbet başlatmaya çalıştı.

-By the way, I should’ve asked him how he climbed up to the 4th floor. (Her neyse, 4. kata kadar nasıl tırmandığını sormadım, keşke sorsaydım.)

Andy, Aslı’ya pek yüz vermedi. Onun çılgın tepkileri yüzünden az önce başlarına gerçek bir bela gelebilirdi. Kapıya yürüdü, adamın gitmiş olduğundan emin olmak istedi. Ses yoktu. Dürbünden baktı, kat da bina da hareketsiz, sabahı bekliyordu. Temkinli bir adam olarak kapıyı açmadan önce zincir kilidi taktı, sonra yavaşça araladı. Hırsızın gittiğinden emin olduğu anda dışarıdan bir tıngırtı geldi. Deliğin dış tarafında Aslı’nın anahtarı sallanıyordu.

Yine kapıda unutmuştu.


Temmuz, 2011



Tuesday, February 24, 2015

Dil fetişizmi...

Theo büyüyor, konuşmaya başladı, ben bir türlü yazamıyorum. Bir yandan bunları kayda geçmeliyim biliyorum ama vakit yok.

Theo 10 aylık civarında ilk defa BABA demişti ve ben 1 gün süreyle aşırı kıskanmıştım Xavier’i. Sonra geçti.

Xavier'in babalar günü hediyesi, Theo hanüz 1 yaşında değilken bu fotoğraflar...

3 Ekim’de, 15 aylıkken ilk defa bilinçli olarak ANNE dedi, içim eridi. Bayıldım. Zaten o zamandan beri de susmadan konuşuyor Theo, çok hevesli. Şimdi 20 aya yaklaşıyor ama 1.5 yaşından itibaren bayağı derdini anlatmaya başladı, bunu hatırlamalıyım. Sözcükleri tekrarlıyor, şarkılara mırıldanarak eşlik ediyor. Evet evet bunları unutmamalıyım!! Ali babanın çiftliği... diyor, “Theo hangi şarkıyı söyleyelim?” diye sorduğumda sallanarak “Annesinin...” diyor, ben devamını getirirken “yavrusu, kuzusu, pamuğu... annesi Theo’yu öpermiş, severmiş...” o da altı çizili sözcükleri aynı anda söylüyor.

Geçen Cuma akşamı ertesi gün teyzeye gideceğimi söylediğimde mesela, “Teyzeyle kek birlikte” dedi, çünkü teyze demek birlikte kek yapmak demek! Kapıyı açtığımızda önceki gün markette verdikleri balonu görünce “Abla balon verdi.” dedi, evet yan yana 3 sözcük... henüz 19 aylıkken... Ben afalladım! Bugünlerde çok oluyor böyle. Abim de benim şaşırmama şaşırıyor, Theo almış başını gidiyor sen niye şaşırıyorsun, diyor... :)

Şimdilerde sabahleyin, akşamleyin gibi laflar ediyor bizim minik. Theo henüz dışarı çıkamayız dediğimde “Erken.” lafını yapıştırıveriyor. Ben “yapalım mı” “geldik mi” gibi soru cümleleri kurduğumda soru sözcüğü mı/mu’dan hemen önceki fiil çekimiyle cevap veriyor: Yapalım mı – yapalım, gitsek mi – gitsek, yemek yedik mi – yedik...

Bu ara ben-sen, benim-senim sözcüklerini kavram olarak karıştırıyor. Bu annenin kaşığı, dediğimde sorun yok, cevap: annenin... Ama benim kaşığım dediğimde beni gösterip “Benim” diyor. Bu kısmı biraz kompleks, yine de fiillerin zamanlarına, tekil çoğul ayrımına hakim olmaya başlıyor. Ben yine hayretler içindeyim. Bana böyle konuştuğu gibi babasına da Fransızca cevaplar veriyor!

Theo bilingual dedikleri çift anadilli çocuklardan olacak (umarım!!) ama bu başka bir yazı konusu...

Benim şu an çevremde gözlemlediğim genç annelerin DİL FETİŞİZMİ var... İşte bunu yazmalıyım.

DİL FETİŞİZMİ

Yakınlarım lütfen alınmasın, fetişizm biraz fazla kaçmış olabilir ama dil takıntısı, obsesiyonu falan da diyemedim... Hem başlık dediğin dikkat çekmeli canıım!! ;)

Şimdi orta sınıf eğitimli genç annelerin çocuklarını ite kaka içine soktukları bir dünya var: İngilizce. Aman İngilizce kitaplar okuyalım, hem İngilizce ders verilen bir anaokulu bulalım, haftada 1 İngilizce bir oyun grubuna gidelim, iPad’te İngilizce öğreten aplikasyonlar indirelim... Hani geçmişte bale takıntısı vardı annelerin, şimdi bu boyut değiştirip yabancı dil halini aldı. Günümüzde yabancı bir dil konuşmanın gerekli olmadığını söyleyecek halim yok, hele benim hiç yok! Ve elbette kanıtlanmış bir sürü araştırma var, erken çocuklukta dil öğrenmek çok daha kolay. E ben de aksini savunamam, sadece babasının konuşmasıyla Fransızca öğreniyor Theo. Ama bence biz ebeveynlerin burada kaçırdığı bir şey var: Bir dili incelikleriyle öğrenmenin ve kendini iyi ifade edebilmenin dayanılmaz cazibesi...

Eğer çocuk yabancı bir dilde okula gidecekse, aile üyelerinden birileriyle sadece o dilde anlaşacaksa ya da başka bir ülkede yaşayacaksa... Bu durumlarda 2. dilin üstüne düşmek lazım bence de. Ama sadece renkler ve sayılardan ibaretse İngilizce... Birkaç şarkı öğrenmeyle kalacaksa birkaç yıllığına... hele hele anadili olmayan anne-babanın telaffuzuyla öğrenecekse çocuk... Hımmm... Sahi dil bizim için neyi ifade ediyor?

Son aylarda daha önce okuduğum bir şeyi gerçek anlamda keşfettim: Bizler bebeklerimize ve çocuklarımıza dil öğretmiyoruz. Onların beynindeki gerekli yetenekler gelişince onlar kendileri öğreniyorlar dili. Tabii ki etrafta doğal olarak konuşulan dilden bahsediyorum. Bunun için bizlerin onlarla sürekli konuşmamız, yemek yaparken, markette gezerken yaptığımız işleri anlatmamız yetiyor. Onlar zaten zamanı gelince öğreniyorlar. Püf nokta olarak belki çocuk yeni bir sözcük öğrendiğinde onu farklı cümlelerde, farklı kullanımlarla karşısına çıkarabiliriz:
-Kedi.
-Aaa kedi mi Theo? Ne kadar yumuşak bir kedi. Kediye dokunalım mı? Siyah kedi... Kedileri çok seviyorum... gibi.

Ama şimdi bu benim anadilim değilse? Cat, der kalırım orada. Belki kedi için 10 cümle kurarım. Peki gündelik hayatımızı süsleyen binlerce sözcük düşünürsek? Bunun phrasal verb’leri var, the gelir mi başına gelmez mi... durumları var.

Her şeyi bırakın çocuğunuzla anadilinizde sohbet etmenin keyfi var. Kitap okumanın eğlencesi var... Bu arada Theo henüz televizyonla ve çizgi filmlerle tanışmadı. Yaygın bir kanı var, küçük çocuklar çocuk programlarından çok şey öğreniyor. Üzgünüm dostlar, buna hiç inanasım yok. Theo nispeten erken bir dönemde hayvanların isimlerini ve nasıl sesler çıkardıklarını öğrendi. Sadece kitaplardan ve oyunlarımızdan. Bir de gerçekte gördüğü hayvanları daha çok sevdi ve öğrendi. 16 aylıkken Biga’da gördüğü inekler ve atlar onun ilk hayvan dostları oldu ve hiç unutmadı. (Günlerce evin içinde kişnemesini de asla unutmamalı!!)


Ben Theo’nun İngilizce öğrenmemesini savunmuyorum elbette ama ben çocuğumla kendi dilimde konuşmazsam o günün birinde edebiyatın hazzını yakalar mı? Belki yakalar. Peki ileride kendini doğru ifade etmesi ve iyi bir iletişime sahip olması için dilin inceliklerini, deyimlerini, eski ve modern sözcükleri bir arada öğrenmesi hayati önem taşımıyor mu?

Biraz konuları karıştırmış olabilirim, malum uzun zamandır yazmıyorum :) Ama eğer sizler evde İngilizce konuşmayacaksanız o çocuğun haftada 2-3 saat gördüğü İngilizce’nin faydası olacak mı?

Bence bu konu oldukça güncel ve son yıllara ait olduğu için henüz fazla araştırma yok. Ama birkaç sene sonra belki de çocuğun yanında sürekli konuşulmayan bir yabancı dilin çocuğun kafasını karıştırdığını okuyacağız. Tabii şu an için alan memnun, satan memnun. Programına haftada birkaç saat İngilizce koyan anaokullarının aylık fiyatı 2.500 TL’den başlıyor!!

Aslında yabancı dile yatırılan bunca emek ve para (ebeynler için de umut tabii ki) eğitim sistemimizin azizliği. Xavier sadece lisede ve üniversitede gördüğü haftalık 2 saatlik İngilizce’yle gelmiş Londra’ya ve iş bulmuş, çalıştığı işlerde geliştirmiş İngilizcesini. Bakın üniversitede 1 yıl hazırlık yok, Londra’da dil okulu yok... Kayınvalidem mesela, 45 sene önce lisede gördüğü İngilizce derslerinden hatırlıyor, benimle konuşuyor...

Yani mesele gelecek kaygısıysa, günümüzde yabancı dilin “şart” olmasıysa, çocuklarımızı dünya vatandaşı yapabilmekse... Sonuna kadar anlıyorum. Ama küçük çocukların kendi dillerinde oyunlar oynayıp ileride fikirlerini ve duygularını ifade edebilmelerini savunuyorum.


Bu yazıya bırakılacak yorumları sabırsızlıkla bekliyorum. Lütfen fikirlerinizi paylaşmaktan çekinmeyin!! :)